16 Temmuz 2020 Perşembe

TÜRKLER'DE ŞEHİR, ŞEHİRLEŞME KÜLTÜRÜ




Türkler tarihin ilk zamanlarında yayılmacı politikaları ve konargöçer yapılarıyla yerleşik hayata uygun bir hayat sürmemişlerdir.  Bir milletin medeniyet oluşturabilmesi için şehirleşmesi, yerleşik hayatta bir düzen kurması ilk şarttır. Sürekli hareket halinde olan toplumlar kendi medeniyetlerini oluşturamazlar. Böyle göçebe bir toplumun İslamiyeti kabulünden sonra yerleşik hayata geçmesiyle birlikte ortaya koyduğu mimari eserlerinin kendilerine özgü olması dikkat çekicidir. Türkler şehirleşme sürecinde kendi inançları, gelenekleri, görenekleri, ortak estetik anlayışları çerçevesinde örneğine rastlanmayan oldukça sağlam yapılar meydana getirmişlerdir.
Nihad Sami Banarlı “İstanbula’a Dair” isimli kitabının III. Bölümünde çok etkileyici bir üslupla bizlere anlatıyor: “Yazları yaylada, kışları kışlakta geçirmeğe alışmış; “Altın pencereli, ipek sayvanlı büyük evler” diye sevdiği geniş çadırlarını, dağların, ovaların hür yeşilliklerine kurulmuş; engin ruhlu enerjik, yörük bir milletin çocukları, zamanla, bu katı duvarlı, beton çatılı dar hücreler içine sığmağa nasıl alıştılar? O millet ki, hür ve seyyal bir “çadır medeniyeti” nden, sabit bir “şehir medeniyeti” ne geçmek ihtiyacını duyunca, ulu mabedler yüceltmiş, geniş avlular, engin meydanlar kurmuştu. Taştan veya tahtadan evlerini bol ağaçlı, geniş alanlı bahçeler ortasında yaptırmış; ufukları görmek zevkini köreltmek için, kuleli köşkler yükselmişti. Çok sevdiği yeni ülkesinin oyalı sahillerini, mavi ve yeşil ufuklu zarif yalılarla süslemişti. Yalılarını, köşklerini, ev, saray ve mabedlerini çadır hatırası geniş saçaklarla gölgelemiştir. “
Tarihte ilk kurulan Türk şehirlerine 7. Yüzyılda Uygurlar döneminde rastlıyoruz. Karahanlılar dönemi ile birlikte Türklerin İslamiyet’i kabulüyle şehirleşme kültüründe İslamiyet’in etkilerini görmeye başlıyoruz.
“Türkler Türkistan sahasından XI. Yüzyıldan itibaren büyük kitleler halinde batıya yöneldiklerinde bazı kavramları da birlikte getirmişlerdir. Bunlardan birisi artık iyice unutulmaya başlanan (Balık) öteki ise yine de yaşayan (Kend) idi. Bu iki kavramın yanında İran sahasından geçerken aradaki “şehir” kavramıyla da tanıştılar. “Şehir” iki heceli ve uzun gibi görünen hüviyetiyle, Türklerin ağzında iyice kısaldı. Muhtemelen XII. Yüzyıl Türkçesinde görülmeye başlayan, fakat XIII. Yüzyıl ve sonraki yüzyıllarda yaygınlaşan “Şar” bu kısaltma oluşumunun eseri olsa gerektir. Balık, kend ve şar (şehir) kavram ve görüntülerinden ilki ancak XIII. Yüzyıl sonlarında Cengizli Kültürüyle İlhanlılar zamanında yeniden Ön Asyada görünecektir. Balık İlhanlılar dönemi sonrasında yaşamayacak, yerini daha çok şehir-şar ‘a bırakacaktır. Kend, ayn İlhanlı Kültür çevresinde biraz daha yaşayacak, fakat daha çok Doğu Anadolu coğrafyasında kullanılacaktır. Yukarıda da dediğimiz gibi XVI. Yüzyılın yöre ile ilgili Osmanlı tahrirlerinde “kend” oldukça etkili bir şekilde yankı bulacaktır.”
Türklerin Müslümanlığı kabul etmeleri sonrasında merkezi cami veya mabed olan yerleşimleri benimsediklerini ve bu anlayışla şehirleştiklerini görüyoruz. Bu şehirleşme anlayışı Müslüman Arap kentlerinde görmekle birlikte, “Müslümanlığı kabul ettikten sonra Anadolu’ya yerleşen Türklerin yeni kurdukları ya da zamanla çoğunluk haline geldikleri kentlerde ise bu durumun değiştiği ve şehir merkezlerinde ibadet yerlerinin değil, ticaret yerlerinin, bedestenlerin yer aldığı gözlenmektedir.”



BEDESTENLER-PAZARLAR-HANLAR

“Yerleşik Türklerin en erken ticari faaliyetleri Orta Asya’da pazarlar ve dükkanlar kurarak başlamıştır. Anadolu’da Selçuklu yerleşiminin başlaması ve 13. Yüzyılın ilk çeyreğinden sonra ticari olarak büyük canlanma görülmüş, hanlar, kervansaraylar, bedestenler ve çarşılar inşa edilmeye başlanmıştır. Ahi organizasyonlarının gelişmesine paralel olarak da ticari binalar ve merkezlerin sayısı artmıştır. Anadolu Selçuklu devrinin sonlarına doğru inşa edilmeye başlanan bedestenler, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Döneminde hem sayı hem de karakteristik açıdan gelişmişlerdir. “
“Sanayi öncesi toplumlarda kentleşmeyi ifade eden en önemli gösterge ise alışveriş merkezleriydi. Haftada bir ya da birkaç kez kurulan veya sürekli olan pazarlar açık alışveriş yerleri; bedesten, han, çarşı gibi alışveriş merkezleri ise kapalı, alışveriş yerleri olarak nitelendirilmiş ve bu yapılar ve meydanlar kentin fiziki konumunu doğrudan etkiler konumda olmuşlardır. “ Osmanlı İmparatorluğu Döneminde esnaf loncalar halinde örgütlenmiş ve arestalarda toplanmıştır. Kayseriyye veya Bedesten denilen kapalı mekanlarda toplanan esnaf büyük şehirlerde veya bölge merkezlerinde neredeyse tarım dışı üretimin tamamını elinde tutuyordu. Böylece hizmet sektörü yerli ürünlerin işlenip, daha büyük merkezlere ulaştırıldığı bölgesel merkezlerin büyüklüğü oranında büyüyordu. Şehirler de artalanlarıyla kurdukları ilişkiyle gerçek anlamda Pazar kurulan, Pazar ekonomisinin nefes aldığı ve dünyayla bağlantının sağlandığı odaklar haline geliyordu.”
 Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” isimli kitabında Osmanlı Devrinde Fatihin veziri Büyük Mahmut Paşa tarafından yaptırılmış bir bedestenden bahseder:” Bunlar yeni imparatorlukla başlayan yeni nisbet fikrinin eserleridir. Fakat Osmanlı hiçbir zaman Selçuk gibi yapıcı olmadı. Tamirden sonra 10 kubbesiyle birdenbire meydana çok vazıh bir cümle gibi çıkan bu bedestende bugün türlü kazılardan gelen Hitit eserlerinin daima şaşırtıcı plastikleri bugünün sanatına o kadar yakın üsluplarıyla toprak altında asırlarca süren uykularından henüz uyanmış gibi bakan gözleriyle seyretmek beni daime düşündürmüştür. Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne yapıp yapıp bugünün ve yahut dünün terkibine giriyor.”
Osmanlı hakimiyeti sırasında, pazarlar sur dışındaki alanlara kayma eğilimi göstermiş ve böylece geniş bir alanda kent dışından gelenlerle daha kolay irtibat sağlanabilmiştir. Çarşıların büyük bir kısmı ise Osmanlı Döneminde sur içinde belirli bir düzen dahilinde gelişimini sürdürmüştür. Bu dönemde aynı meslek sahipleri kendilerine has çarşılarda hizmet vermeye devam etmiş esnafların çarşı ve pazarlar haricindeki yerlerde ticari faaliyetlerde bulunmasına ise izin verilmediği tespit edilmiştir.”
Osmanlı ve Selçuklu Döneminde çarşı ve bedesten esnafının “ahilik” kültürüne göre, müşteriye ürün satılıp kar amacı gütmeden evvel, ahlaki manada “iyi insan olma; çalışma hayatını esnaflar arası dayanışma ve müşteriye saygı gibi kurallarla belirlemeyi kabul eden bir sistemi yaşam biçimi haline getirdiklerini görüyoruz.
Günümüzde alışveriş ve iş merkezlerinin popüler olmasında, her şeyi bir yerden istediğin zaman alabilme, yemek yeme ve eğlence hizmetini de aynı mekanda karşılayabilme sebebiyle kolaylık sağlaması halk tarafından çokça rağbet görmesine rağmen Anadolu’nun bir çok yerine Bedestenler hala yaşamaya devam ediyor.
Ahilik kültürünün esnaflık anlayışını halen sürdüren Bedestenlerde müşteri ve esnaf arasında bir esnafla diğer bir esnaf arasında günümüzde önemini maalesef yitirmiş olan karşılıklı güven duygusu çok önemliydi. Amaç sadece alışveriş yapmak işini bitirdikten sonra gitmek değildi. Esnaf müşteriyi geleneksel bir çarşı kültürünün getirdiği bir nezaketle ağırlıyor; çay, kahve ikramında bulunup, pazarlık imkanı gibi müşteriyi memnun eden bir sohbet ortamı sağlıyordu. Günümüzde kimi küçük işletmelerin duvarında gördüğümüz müşteri memnuniyeti her şeyin üstündedir.” Sözünün bu Ahilik Kültürünün bir devamı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

KAHVEHANELER

“16. Yüzyıldan itibaren, Türk insanının yaşamına giren” kahve“ ve kahvehane etrafında, çok geniş bir kültürel birikim oluşmuştur. Kahve ve kahvehane merkezli kültürel birikim ortamı, o kadar hızlı gelişmiş ve geniş bir alanda etkili olmuştur ki belki de Türk insanının yaşamına bu derece etki eden içecek ve mekan olarak ikinci bir unsur
gösterilemez.”
            “Kahvehanelerin, Kıraathane (Okuma Evi) olarak faaliyet göstermesi Kanuni Sultan Süleyman dönemine rastlar. Bu mekanlarda “devlet sohbeti yapılmasının önlenmesi için böyle bir uygulama başlatıldığı söylenebilir. Bu dönemden sonra, kahvehanelerde edebi faaliyetler zoraki bir şekilde de olsa artmıştır.”
                        “Bu suretle halkın dedikodudan kurtulması için böyle meşgul edilmesi prensibi konuyordu.”

                        “ Türk kahvehanesinin kendine özgü bir döşeme kuralı vardır. Bir eczanenin bir tuhafiye dükkanının nasıl bir tefriş usulü varsa, kahvehanenin de aynen öyledir. Kahvehanede kullanılan eşyanın genel olarak değişmeyen yerleri vardır. Kahve fincanı kahve şeker kutuları, nargile marpuçları ve hatta temizlik yapmaya yarayan süpürgenin bile yeri değişmez. Su bulunan kap genel olarak aynı yere konur. Hatta kahvehane, Türk Kültüründe o kadar yer edinmiş ve önemsenmiştir ki, bazı kahvehanelerde kahve pişirilen yer, adeta cami mihrabına benzetilmiştir.”
                        Eski Kahvehaneler günümüzdekiler gibi okey, tavla, iskambil kağıdı gibi oyunların oynandığı boş zamanların geçirildiği, yerler değildi. O zamanlar kahvehanelerin işlevi toplumun eğitimi, sosyalleşmesi ve sanat, ticaret, eğitim gibi konularda fikir alışverişi yapıp, nezaket ve görgü kuralları gözetilerek sosyalleştikleri mekanlardı.
            Şehirde yaşayan insanların, ortak zevkleri ve aynı meslek grupları8na dahil olmaları ve benzeri sebeplerle her kahvehane kendine has bir fonksiyon edinmiştir; esnaf kahvehanesi, balıkçı kahvehanesi, ırgat kahvehanesi, köçek kahvehanesi, sabahçı kahvehanesi, hemşehri kahvehanesi bunlara örnektir. Bu anlayışı günümüzde memleketlerinden büyük şehirlere göç eden insanların ortak kültürlerini gelenek ve göreneklerini paylaşmak, gurbette aynı dili konuşabildiği memleketlileriyle bir arada olabilmek amacıyla sürdürdüklerini görüyoruz; Yozgatlılar Kahvehanesi, Muhacır Kıraathanesi, Kosovalılar Kahvesi gibi.
Kahvehanelerde dönem dönem farklı amaçlar için bir araya gelinmiş olsa bile ortak payda hep sosyalleşmek olmuştur. “Kahve Bahane” deyimi de bunun için kullanılmıştır. Bununla beraber yine atasözü ve deyimi de bunun için kullanılmıştır. Bununla beraber yine atasözü ve deyim dağarcığımıza, kahve ve kahvehane kültürünün Türk Toplumu için ne kadar önemli olduğunu gösteren sözler katılmıştır. “Fatih Türbedarı Tırnavalı Ahmed Amiş Efendi Hazretleri: “Bir kahvede oturursanız yanınıza bir gelirse kahve ısmarlayınız.” “Osmanlılık budur.”, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” “Kahvenin yüzü kara ama yüz ağartır.” “Bir acı kahvemizi içmeye gel.” “Kahve gibi kavrulduk dumanıyla savrulduk.” “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane.”
            Yüzyıllardır Türk insanının hayatında çok önemli bir yer edinen kahvehanelerde çok zengin bir kültürel ortam oluşmuştur. Ancak günümüzde geçmişte olduğu “faydalı” (okuma evi) fonksiyonunu yitirmiştir.

CAMİLER


            “Türklerin Müslümanlaştığı günden sonra düzenli ve yerleşik hayata geçtiğini görürüz. Hatta öylesine süratli bir geçiş olur ki, Yunanlı Nakraros bunu: Arapların Anadolu’da üç yüz yılda yapamadıklarını Türkler on yılda başardı.!” İfadeleriyle dile getirmekten  çekinmez. Bu başarı İslam’ın hükümlerini icrada şehir hayatına daha çok itibar etmesinden doğmaktadır: Topluca kılınan namazın tek başına kılınan namazdan daha efdal olması doğal olarak camileri hayata taşıyacaktır. Cuma namazının şehir statüsü kazanmış yerlerde kılınması zarureti de aynı eğilimi besleyecektir. “
         Nihad Sami Banarlı, “İstanbul’a dair isimli kitabında Türk Şehirleri için caminin ne denli önemli olduğunu şöyle anlatmıştır; “ Daha Türkiye’deki ilk kuruluşundan beri, bizim şehirlerimize düzden olsun, tepeden olsun uzaktan olsun, uzaktan bakanlar bile, gördüklerinin bir Türk şehri olduğuna ilk anda hükmedebiliyorlardı. Çünkü bu şehirlerin tamamiyle Türk yapısı ve mimarisi vardı. Müslüman-Türk medeniyeti boyunca, her Türk şehri bir kubbeler ve minareler şehri halinde yükselirdi. Madame Bovary müellifi hayalleriyle yaşayan kahramanına şarkı hayal ettirdiği zaman, güzel Emma’nın gözlerinin önünde narin Türk minareleri yükselirdi. Bu minarelerde kubbelerde diğer İslam mimarilerinden farklı, birer milli çizgi idiler. Hele minare yalnız dini değil, milli bir mimaridir. Allah’ın adını göklere, bu adın bu adın ilk harfi gibi elif elif yükselen minarelerden haykırmak o zaman yalnız yukarılık duygusu taşıyan, Türk Milletinin bir inanış üslubu idi. Türk minaresini bu üslup yaratmıştır.”
            Osmanlı’da ve eski Türklerde camiler, günümüz şehirlerindeki camiler gibi sadece ibadet amaçlı kullanılmıyordu. İçerisinde ihtiyaç sahiplerine ve öğrencilere yiyecek dağıtan “imarethaneler” ve “çilehane” adı verilen, Dervişlerin Tanrı ile bütünleşip, manevi olgunluğa erişmek için insanlardan ayrıldıkları, az yemek, az içmek gibi davranışları benimsedikleri küçük kapılı, küçük odacıkları da olan kompleks şeklinde camilerdi.
            Yavuz Bülent Bakiler Taşkent’te gördüğü bir Çilehane’den şöyle bahseder;” Çilehane toprağın 8-10 basamakla inilen derinliğinde. Kapısı demir parmaklıklar arkasında. Çilehaneyi sanki yeni bir zindanla çevirmişler. Genç İmam bütün ceplerini karıştırdığı, birkaç yere koşuşturduğu halde anahtarını bulamadı. Çilehane kapısı önünde birlikte resim çektirdik. Bana dedi ki eskiden dedelerimiz işte bu ocakta çile çekerek olgunlaşırlarmış. Acı çekmeyen huzurun yokluk çekmeyen varlığın kıymetini ne bilir? İnsan gözünü biraz da kendine çevirmeli. İnsan gönül kulağıyla biraz da yaradanın sesini dinlemeli size Çilehane’yi gösteremediğim için üzgünüm.!
 “Üzülmeyiniz” dedim. “İnsanlar artık çile çekmek için toprağın  altına çekilmiyorlar. Şimdi çileyi toprağı üstünde çekiyoruz. Çile toprağın altına inince bitiyor.” Ne demek istediğimi anladı mı bilmiyorum?”
            Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” isimli kitabının “Bursa Şehri” kısmında Orhan Gazi’den bahsederken o dönem camilerinin yoksullara sunduğu imkanları da anlatıyor: “Yaptırdığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan, İmaretlerinde pişirttiği ilk yemeği kendi eliyle fakirlere ve gariplere dağıtan Orhan Gazi’nin yarı evliya çehresi bu destanın asıl merkezidir. Bütün bu ruh kuvveti ve manevilik hep oradan taşar. O bir başlangıç noktasını bir imparatorluk yapmakla kalmaz, ona rahm ve şefkatin derinliği de artar.”
                Şehirlerdeki bu bir çok faydalı amaca hizmet eden eski cami kültürü maalesef günümüzde işlevselliğini yitirmiştir. İmarethanelerinde yoksulların karnını doyuran, çok kutsal bir dayanışma örneği sergileyen camilerimiz günümüzde sadece ibadethane olarak kullanılmakta olup, bu kompleks özelliklerini kaybetmiştir.

HAMAMLAR

            “Anadolu’da çok eski zamanlardan beri bir su kültürü (hamam geleneği) olduğu bilinir. Ama bu kültüre hem güncellik katan hem de onu ölümsüzleştiren, Türk hamam geleneğidir. Türklerin Asya’da yaşarlarken de hamam gelenekleri vardı. Örneğin Uygurlarda hama çok önemliydi. İşte Türklerin Anadolu’ya getirdikleri hama  kültürüyle Anadolu’da buldukları hamam kültürü birleşti. Böylece kendisine özgü bir Anadolu Türk hamamı kültürü doğdu.Bu giderek müesseseleşti. Ve tüm dünyaya ün saldı.”
                “Uygarlık tarihinde Romalılar, yıkanma ve hamamlara en çok ilgi gösteren toplum olarak öne çıkmaktadır. Bu derin ilginin özü ise yaşam tarzlarında ve kültürlerinde yatmaktadır. Romalılar her gün yıkanıp, günlerinin önemli bir bölümünü de halk hamamlarında geçirirlerdi.”
            “Vücudumuzun da yüzde 70’inin sudan oluştuğunu göz önünde bulundurduğumuzda suya dair ihtiyacımızın ne derece önemli olduğu ortaya çıkar. Daha sağlıklı bir beden için suya ve onun terapisine ihtiyaç duyarız. Bunu yaşayabileceğimiz tek mekan olan banyolar, nesiller öncesine dayanan bir inanç ve kültür ile şekillenmektedir. Medeniyetler tarihinde özellikle Roma ve Osmanlı’da su ve suyun kullanıldığı alanlara çok önem verildiği hatta bir çok yapıda ıslak mekanlar oluşturulduğunu görmekteyiz. Mekanların en önemli örneklerinden biri olarak hamamlar; yıkanma, temizlik ve rahatlama gibi ihtiyaçların da giderildiği yegane mekanlardır. Her ne kadar hamam kültürünün ve mekan kurgusunun temelleri Roma hamamlarına dayansa da, Osmanlı Kültürü ve mimarisinin etkisiyle de gelişen “Türk Hamamının da kendisinden sonra gelen medeniyetlerin yıkanma ve arınma kültürlerinin gelişmesinde büyük payı olmuştur.”
            Türk hamamı, kendine özgü gelenekleriyle geçmişten günümüze görsel sanatlara, şiire, roman, edebiyatın birçok dalına konu olmuş, zamanla şehir hayatının çok önemli bir parçası haline gelmiştir.
            Türk Hamamları, şehir içinde kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı kullandığı, yıkanma ihtiyacını karşıladıkları bir mekan konumundadır. Eskiden saraylarda ve varlıklı kişilerin büyük evlerinde kişilere özel hamamlar olmakla birlikte, bazı kaplıca bulunan şehirlerde hamam bu sağlık ihtiyacını karşılayan suların üzerinde kurulmuştur.
           
 “Türk Milli Kültürünün en renkli öğesi olan Türk Hamamı kısmen değişikliğe uğramış olsa da  halen varlığını devam ettirmektedir. Bugün sayıları parmakla gösterilecek kadar az olan orijinal Türk hamamlarının yanı sıra, turistik destinasyonlardaki konaklama işletmelerinin ilginç bir ünitesini oluşturan hamam, Türk Kültür mirası açısından ayrı bir öneme sahiptir.”
            Türk şehirlerinde hamamlar sadece halkın temizlenme ihtiyacını karşılamakla kalmamış, özel günlerin kutlanması için kültürel bir eğlence mekanı görevini üstlenmiştir. Kadınlar arasında yapılan “gelin hamamı”nda  börekler, sarmalar hazırlanır, adeta bir cümbüş eşliğinde sazlı sözlü bir eğlence tertip edilirdi. Günümüzde büyük otellerin hamamlarında bu geleneğin modernize edilip hala uygulandığını görmekteyiz. Aynı şekilde erkeklerde “damat hamamı”, dini bayramlar öncesinde yine toplu bir şekilde gidilen “bayram hamamı” gibi özel kutlamalar  şehir halkının “hamam kültürünü” gelenekselden günümüze modernize edilmiş şekliyle halen devam ettirmektedir.
            Osmanlı döneminde sosyal hayatın merkezinde çok büyük bir önem arz eden hamamlar, mimari, tarih ve sanatsal olarak Türk Kültürü açısından son derece önemli bir yapı şeklidir.

SONUÇ

            Türklerin yerleşik hayata geçmelerinden sonra, şehir hayatlarında büyük önem arz eden, şehirleşmeye katkıda bulunan bazı kurumlara ve bu kurumların medenileşme yolundaki katkılarına geçmişten, günümüze mimari ve fonksiyonel anlamda değişen bazı özelliklerine kıyaslama yaparak değindik. Çağımız şartlarında değerlendirdiğimizde bu kurumların geçmişte ilk kuruldukları zamanda bir ruhu olduğunu, belirli kuralları çerçevesinde gelenek ve göreneklerin tam anlamıyla bütün inceliği ve zarafetiyle şehir halkı tarafından yaşatıldığını, ancak günümüz tüketim toplumunun metropol yaşamda bu inceliklere ehemmiyet göstermediğini, mekanın uyandırdığı duygulardan ve ihtişamından ziyade mekanik bir “kullan at” mantığının hakim olduğunu üzülerek görmekte ve bizler de yaşamaktayız.



KAYNAKÇA


BANARLI N. S, İstanbul’a Dair

BEYHAN A., Türkiyede İskan ve Şehirleşme Tarihi

BOZOK D., Türk Hamamı ve Geleneklerin Turizmde Uygulanışı

DOĞRU H. (1995), XVIII. Yüzyıla Kadar Osmanlı Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik       Görüntüsü

İNAN K., Bedestenlerin Türk Ticari Mimarisindeki Yeri ve Trabzon Bedesteni

MUŞMUAL H., 1867, Konya Çarşı Yangını ve Etkileri Üzerine Bir İnceleme Denemesi, Cumhuriyet Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi

SUBAŞI M.İ, Kategoriler; 145. Sayı, Hayat ve İnsan

TANPINAR A.H, Beş Şehir

TANSUĞ S. Türk Hamamı

TDK Yayınları, Güzel Yazılar Gezi Hatıra

ÜNVER A.S, Türk Etnografya Dergisi, Türkiyede Kahve ve Kahvehane

ÜRÜK Z., Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi

YILDIZ M. C., Türk Kültür Tarihinde Kahve ve Kahvehane

8 Temmuz 2020 Çarşamba

CUMHURİYET DÖNEMİ MİLLİ İKTİSAT TASARRUF VE YERLİ MALI



Cumhuriyet Dönemi Milli İktisat anlayışı, bu dönemde halkı tasarrufa teşvik etme ve yerli malı kullanımını yaygınlaştırma çalışmalarını anlatmadan önce, Osmanlı Devletinin son dönemlerinde uygulamış olduğu  iktisadi politikalardan bahsetmek faydalı olacaktır. “Türkiye Cumhuriyetine Osmanlı Devletinden zengin bir ekonomik miras kalmamıştı. Tarım ağırlıklı, ancak tarımsal üretimin daha çok insan ve hayvan gücüne dayalı olarak, son derece geri yöntemlerle gerçekleştirilebildiği, azınlıkların egemenliğindeki ticari ve sınai faaliyetlerin de yeterince geliştirilememiş olduğu Osmanlı ekonomik yapısı, ağır dış borçlar ve birbiri ardına yaşanan Balkan, Birinci Dünya ve Kurutuluş Savaşlarının da etkisiyle neredeyse çökme noktasına gelmiştir.”
 
            18. yüzyıldan itibaren Sanayi Devrimi ile birlikte Avrupalı Devletlerin buharlı makineler ve kömürün enerjisini üretimde kullanmaya başlamaları, Osmanlı Devletinin bu aşamaya geçememesi ve hala kol gücüne dayalı, insan gücüne dayalı bir üretim yolu izlemesi ülkede ithalatın, ihracatın önüne geçmesine yol açmış, Osmanlı Devletinin diğer devletlerin gerisinde kalmasına sebep olmuştur. Özellikle III. Selim ve sonrasında II. Mahmut Dönemlerinde, ekonomiyi iyileştirmek adına, ekonomide millileşme, yerli malı kullanımına özendirme ve kullandırma noktasında halka yaptırımlar uygulanmıştır. “Düvel-i Muazzama’nın (Gelişmiş Kapitalist ülkeler için o günlerde kullanılan deyim) Osmanlı ülkesinde kurduğu ilk köprübaşı (kapitülasyonların dışında) 1838 İngiliz-Osmanlı ticaret antlaşmasıdır. Bu ticaret antlaşması İngiliz mallarına o güne kadar var olmayan bir kolaylıkla bütün Osmanlı pazarını açıyordu. 1938’den sonra diğer “Düvel i Muazzama’da peyderpey, benzer ticaret antlaşmalarını Osmanlı Hükümetiyle imzaladılar. 1838-1864 dönemi, Osmanlı Ekonomisinin ticaret antlaşmalarıyla dış etkilere açıldığı, emperyalizmin tüm boyutlarıyla kendisini hissettirdiği dönemdir. Bütün antlaşmalar emperyalist ülkelere çeşitli imtiyazlar sağlıyordu. Fakat hepsinin ötesinde o ülkelerin tüccar ve sanayicilere liberal, özgür bir iş ortamı yaratmaktaydılar. Böylece XIX. Yüzyıla gelindiğinde Osmanlı Ülkesi yabancı mallarla dolu ve tüketim alışkanlıklarının Avrupa ülkelerine değiştiği bir düzene girmişti.” 
            “İktisadi konularda yeni arayışlara geçilen bir dönem olan II. Meşrutiyet bir milattı. Osmanlı toplumunda hürriyetin ilanı ertesi iktisadi düşüncede geniş bir yelpaze oluştu. Osmanlı aydınının uzun süreden beri tartışmakta olduğu, siyasal yaşamın iki kutbu, hürriyet ve istibdat, iktisadi boyutlarıyla da gündeme geldi. Hürriyetin diğer bir ifade biçimi “Serbeti’ydi. “Serbesti” kavramı 1908’le birlikte yazında sık sık rastlanır olmuştu. “Serbesti –i Mukavekat” ve “Serbesti –i Mübadelat ilkeleri ışığında, “serbesti-i ticaret” benimsenmiş, “serbesti –i rekabet ihtisasen yaşamın temel şiarı olmuştu. Özgürlükler kişiyi girişimci olmaya sevk ediyordu. 
            “II. Meşrutiyet Döneminde İttihat ve Terakki Fırkası az yetkili askeri siyasi ve askeri güç konumunda olmuştur. Bunların yanı sıra bir çok alanda yaptığı modernleşme atılımları içerisinde , milli iktisat politikasının hayata geçirilmesi çalışmaları yapılmış, diğer yandan yerli sanayiin korunması için tedbirler alınmıştır. Bu bağlamda gümrük tariflerinde de değişikliğe gidilmiş ve gümrük vergileri yükseltilmiştir. Ülke ittihat ve terakki fırkasının bu uygulamaları altında Trablusgarp, Balkan ve II. Dünya Savaşına girmiştir.

“İttihat ve Terakki aynı çizgiyi, liberal anlayışı Balkan Harbine kadar sürdürmüştü. “Teşebbüs-i Şahsi” kutsaldı, dokunulmazdı. Hürriyete inanan Hürriyet isteyen  “teşebbüs-i şahsiden” vazgeçemezdi: Ancak, hükümetin iktisadi konularda duracağı mesafe, daha ilk günden itibaren İttihat ve Terakki’nin kararsız kaldığı bir konuydu. Liberaldi;  ancak  Avrupa’da liberalizme karşı yükselen eleştirileri de görmezden gelemiyordu. Özellikle yeterince sermaye birikiminin oluşmadığı ortamlarda devletin rolü değişebilirdi. Liberalizmde siyaset ve ekonomi iki ayrı dünyaydı. Siyaset piyasadan uzak durmalıydı. Sermayenin yeterli olduğu sürece bu düstur kabul edilebilirdi. Oysa Liberalizme yöneltilen eleştirilerin başında büyük ölçekli girişimlerde, bireysel girişimin soluksuz kalışı geliyordu. Devlet 19. Yüzyılda pozitif işlevler yükleniyordu. Devletten beklenenler “jandarma devlet” anlayışının ötesinde idi. Müdahaleci devlet ise çok değişik düzeylerde tecelli edebiliyordu. Uç noktada özel mülkiyeti kaldıran kolektivizm vardı. Kolektivizim ile liberalizm arasında bir dizi ara durak vardı. Bunlardan biri de ileride  Cumhuriyet Döneminde sözü edilecek olan “Devlet Sosyalizmi” idi. Devletçilikle sonuçlanacak olan “Devlet sosyalizmi” kavramını Osmanlı literatürüne İttihat ve Terakki soktu.5 “ Böylece İttihat ve Terakki 1930’lu yıllarda uygulanacak olan Devletçilik politikasına, milli iktisat ve sanayinin korunmasına, Yurt Dışı ürünlerinin ülkemize girişinin bizim ekonomimize vereceği zararların halka anlatılmasına zemin  oluşturdu.
            “II. Meşrutiyet liberalizminin ekonomideki en önemli yansıması Osmanlı ticaretine egemen olan  Osmanlı yurttaşı gayrimüslimlerin ve yabancı etkinliklerin daha da artmasıydı. Serbest rekabet koşulları altında Müslüman zanaatkarlar yoksullaşarak mesleklerini yitirdiler. Lonca düzeni içinde sağlanan dayanışma ile varlığını sürdürebilen Müslüman esnaf, loncaların kaldırılmasından olumsuz etkilendi. İkinci Meşrutiyetin getirdiği olanaklar ile gerek gayrimüslim unsurların milliyetçi girişimleri ve ayrılıkçı hareketleri, gerek meşrutiyet liberalizminin Müslüman girişimciler üzerinde yarattığı olumsuz sonuçlar, Türk Milliyetçiliğinin gelişmesinde etkili oldu. 
Osmanlı devleti 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşlarında Rumeli topraklarını kaybetmiş, ardından 1918 yılında  I. Dünya savaşında birçok cephede savaşmış ve 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros bırakışmasıyla birlikte mütareke dönemine oldukça yorgun bir şekilde girmiştir.
            “1923-1929 döneminin iktisadi gelişmesinin en belirgin iki yapı taşı, yeni Türk devletinin dünya içinde nasıl bir yer kaplayacağını belirleyen Lozan Antlaşması ile dönemin son yılında patlak veren kapitalist dünya ekonomisini derinden sarsan büyük buhrandır. İlginç bir tesadüf sonucu, Lozan Antlaşmasının hükümlerine göre uygulanan ekonomik sınırlamaların kalkacağı, ayrıca Osmanlı borçlarından Türkiye Cumhuriyetine düşen borç taksitlerinin ödenmeye başlayacağı yıl da büyük buhranın başlangıç yılı olan 1929 olacaktı. Bu tesadüfi çakışmanın, bir sonraki dönemin politikalarına geçişte hızlandırıcı bir rol oynadığını göreceğiz.” 
            “Bir siyasi bağımlılık düzenlemesi olan, üstelik önemli ve ağır iktisadi sonuçları da bulunan kapitülasyonların kaldırılması gibi bir başarı sağlamasına rağmen Lozan Antlaşmasının diğer iktisadi hükümleri içinde emperyalizme verilen çeşitli ödünler de yer almaktaydı. Uzun ve çetin bir pazarlık sürecinin sonunda imzalanan Antlaşmanın tüm iktisadi ödünlerden arındırılması herhalde mümkün değildi. Ancak bunların Cumhuriyetin ilk yıllarındaki iktisat politikalarını etkileyecek ayak bağları oluşturduğunu da saptayabiliyoruz.”
           Mustafa Kemal Paşa’nın Samsuna çıkmasıyla başlayan Milli Mücadele sürecinde ülkenin ekonomik durumu hiç iyi değildi. Ülke bu ekonomik darboğazda iken Kurtuluş Savaşını başlatmış ve kazanılan büyük askeri  zaferden sonra Mustafa Kemal Paşa’nın ilk işi ülke ekonomisini yoluna koymak olmuştur. “Kurtuluş Savaşında karşılaşılan zorluklar, barışa giderken ekonomiyi güçlendirmenin ön plana alınmasını gerekli kılmış, ulusal bir ekonomi yaratmak zorunlu olmuştur.” 
            1 Mart  1922’de TBMM açılış konuşmasında; “Yüce heyetinize ve bütün dünyaya bir soru sormama izin veriniz: Türkiye’nin efendisi ve sahibi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim. Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, saadet ve servete hak kazanan ve layık olan da köylüdür. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin izleyeceği yol, bu temel amacın sağlanması yönünde olmalıdır… Efendiler, diyebilirim ki bugünkü felaket ve sefaletin tek sebebi bu gerçeği bilmemizdir. Hakikatten yedi yüzyıldan bu yana dünyanın çeşitli yerlerine aktararak kanlarını akıttığımız, kemiklerini değişik topraklarda bıraktığımız, yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alarak boş yere sarf ettiğimiz ve buna karşılık devamlı hakaret ederek küçük gördüğümüz fedakarca ve karşılıksız olarak verdiklerini, nankörce ve küstah bir zorbalıkla karşıladığımız, kendisini uşak durumuna düşürmek istediğimiz bu gerçek mal sahibi önünde bugün büyük bir utanç ve hürmetle, gerçek yerimizin ne olduğunu bilerek esas duruşumuzu alalım. Efendiler milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki emeğini çağdaş ekonomik tedbirlerle en yüksek seviyeye çıkarmalıyız.   Mustafa Kemal Paşa’nın bu konuşması, Kurtuluş Savaşı öncesi 1921’de yayınladığı Tekalif i Milliye emirleriyle birlikte aç kalmak, açıkta kalmak pahasına, vatanın ve milletin bağımsızlığı için varını yoğunu orduyla paylaşan Türk Milletini, Türk köylüsünü yücelttiği konuşmasıdır. Uğruna üstün mücadeleler verilen, topyekün savaşılıp kazanılan ulusal bağımsızlıktan sonra şimdi amaç ekonomiyi Millileştirerek, halkı yerli malı kullanıma teşvik edip, ekonomiden yabancı ellerin çekilmesini sağlamak ve ekonomide de tam bağımsızlık elde etmektir.
            “Kurtuluş Savaşından sonra İstanbullu Türk tüccarlar Milli Türk Ticaret Birliğini kurdular. Birliğin kuruluş amacı yabancı ekonomilerle, dış ekonomik ilişkileri sürdüren azınlıkların tasfiyesiyle meydana gelen boşluğu doldurmaktı. Milli Türk Ticaret Birliği, Ocak 1923’te Ticaret i Hariciye Kongresi düzenlemeye karar verdi. Bu arada Ankara Hükümeti bir yandan Lozan’da karşılaşılan zorlukları Türk ve Dünya kamuoyuna duyurmak, diğer taraftan ekonominin çeşitli sorunlarını tartışmak üzere İzmir İktisat Kongresi hazırlıkları içerisindeydi. Milli Türk Ticaret Birliğinin de katıldığı İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında toplandı. “
            Milli İktisat ve ekonominin bağımsızlığı için ilk önemli adım olan “Cumhuriyet Dönemi Türkiye iktisat tarihi yazınında İzmir İktisat Kongresi genellikle dönemin başlangıcı olarak kabul edilir.”  “1923 yılının Şubat ayında toplanan ve pratik olmaktan çok sembolik  önem taşıyan bir kongre de dönemin önemli uğraklarından biri sayılmalıdır: İzmir İktisat Kongresi. İktisat Vekili Mahmut Esat’ın “mesleki temsil” ilkesine göre örgütlediği, Kazım KARABEKİR’in başkanlık yaptığı, ve Mustafa Kemal’in açılış konuşmasıyla başlayan kongre, yeni rejimin karşılaşabileceği tüm iktisat politikası sorunlarının ve çiftçi, tüccar ve amele gruplarının blok oylarıyla kararların alındığı bir forum olmuştur.” Burada benimsenen ve iktisadi manada uygulanmak istenen düşünce  II. Meşrutiyet Döneminde İttihat ve Terakki Cemiyetinin uyguladığı milli ekonomi anlayışının  devamı niteliğindedir.
   “İzmir İktisat Kongresi 1920’lerde izlenen iktisat politikaları açısından Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte bir kopuşun değil devamlılığın olduğunu, yani Milli İktisadın 1920’lerde sürdüğünü gösteren bir olgu olarak öne çıkar. İzmir İktisat Kongresini bu dönemde gerçekleştirilen, ekonomiyi Türkleştirme girişimleri bağlamında değerlendirmek gerekir.”
“İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin toplanma amacı, savaştan yorgun çıkmış olan iktisadi faktörlerin ve birimlerin birbirlerini tanımalarını sağlamak, onların ihtiyaçlarını tespit etmek, iktisadi konular üzerine dikkatleri çekmek ve iktisat politikalarını da bu sonuçlara göre belirleme isteğidir. Ülkedeki ekonomik yapılanmanın, uygulanacak iktisat politikasının yönünü belirleyen bir “Misak ı İktisadi” belirlenmiştir. Bu Misak ı İktisadi; yurtiçi sanayii kurmayı ve geliştirmeyi amaçlayan, özel girişime öncelik veren ve mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik sistemi oluşturmayı amaç edinmiştir kongrede alınan kararlar, “Misak ı İktisadi” ve “Çiftçi, Tüccar, Sanayici ve İşçi Gruplarına İlişkin Esaslar” olarak adlandırılan iki bölümde toplanmıştır.”  İzmir İktisat Kongresinde alınan Milli İktisat’ın uygulanması ve yerli malı kullanılması  ve halka tasarruf bilincinin aşılanmasına dair kararlar Cumhuriyetin ilk zamanlarından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. “9 Aralık 1925’te kabul edilen Yerli Kumaştan Elbise giyilmesine dair 688 sayılı kanun bu uygulamanın güzel bir örneğidir. 
İzmir’de emekli yüzbaşı Naim Bey’in girişimi ile kurulan Yerli Mamulatı Müstehlikler Cemiyeti okullarda, biçki dikiş yurtlarında yerli malı kullanıma yönelik konferanslar vermiş, okul kitaplarına bu görüşü destekleyen makale ve vecizeler konması konusunda Maarif Vekaleti nezdinde girişimde bulunmuş, yurdun birçok yerinde yerli malı koruma örgütleri açılmasını sağlamıştır.1929 yılında da İstanbul’da Yerli Malları Koruma Cemiyeti kurulmuştur. “ 
1929 yılının ortalarından itibaren dünya ekonomik buhranı Türkiyedeki tesirini ilk olarak milli paranın değerini kaybetmesi şeklinde göstermiştir. Bu duruma bağlı olarak Halkın alım gücü ve refah seviyesi düşünce devlet tasarrufu özendirme yerli malına teşvik ve israfı önleme çalışmalarına başladı. Bunları halka anlatma ve tasarrufun gündelik hayatta uygulanması noktasında devlet Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetini görevlendirdi. “Cemiyet kuruluşundan başlayarak yoğun bir çalışma programı dahilinde sergiler, seminerler, mitingler, ve yılda bir kere gerçekleştirilen ve “Tasarruf ve Yerli Mallar Haftası” başta olmak üzere çeşitli halkla ilişkiler yöntemlerinden faydalanan geniş çaplı bir kampanya dönemine girilmiştir.”
Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin 1932 yılında ilim, edebiyat ve İktisat dergisi olan “İçtihat” Dergisine gönderdiği mektupta dönemin içinde bulunduğu iktisadi durumu ilk ağızdan okuma imkanı buluyoruz: “Milli İktisad ve Tasarruf Cemiyetinden aldığımız bir mektupda mühim ve hayati ir mes’le şerh olunmakdadır. Ez cümle deniliyor, ki geçen sene, buhran afyon ve tütünümüzü alıcısızlık yüzünden mahv etmişdi, Afyon ve tütün mustahsılları iktisaden mahv olmuşdu. Bu sene de buhran incirimizi, Fındığımızı, üzümümüzü, vurdu. Bu suretle de incir, üzüm, fındık müstahsillerimiz perişan bir hale düşmüşdür. Bu kötü vaz’iyetin akisleri büyükdür. Devlet vergileri artırmaya bu yüzden bu yüzden mecbur olur, ihracaat, kazanç, mu’amele vergileri namile alacağı paraları alamayınca devlet mekanizmesinin işlemesi için lazım parayı yeni vergi koymak suretile elde etmeye mecbur olur. Bu hale karşı çare düşündük  o da fındık, üzüm, İncir mahsüllerimizi dahilde istihlak etmek yolunu açmakdır; Matbu’atımızın bu hususda propağanda yapmasını vatanperverliklerinden bekleriz” “Bizim mutala’amız şudur: “Mili İktisad ve tasarruf cemiyetinin yüreğile yüreğimiz beraber çarpıyor. Ve muhterem cemiyetin bu sözlerinde samimi bir endişe okunuyor; kendilerini tebrik ve tekrim etmek hakdır. Bizim şu sözlerimizin de yürekden gelen bir alaka ve muhabbet eseri olduğu kani olsunlar:
            Nefis üzüm, incir ve fındığımızın dahilde istihlak olunmasını teşvik edelim bu hakikaten her cihetle doğru bir işdir. Fakat bu propağandayı Avrupada Amerikada Avustralyada ve hatta Afrikada yapmak daha doğru daha ziyade lazımdır. Milli iktisat ve tasarruf cemiyetinin ecnebi memleketlerde propağanda teşkilatı var mıdır? Bu teşkilat varsa nerelerde? Neden ibaretdir? “devise” ya’ni ecnebi parası memleketimize girmezse biz kolay yaşayamayız. Haricden almaya mecbur olduğumuz eşyayı te’diyeye imkan bulamayız. Mahsulatımızın alıcısının olmaması sebebi yalnız cihan buhranı değildir.
            Bundan üç sene evvele gelinceye kadar Türkiye, İtalya’ya azim mikdarda yumurta ihraç ediyordu, köftehor bir yumurta tacirimiz bayat yumurtaları sandığın altına , tazelerini üstüne koyarak İtalyaya sevk etmek ayıbını irtikab etmiş, bunun üzerine emniyet münselib olmuş, İtalya yumurta satın alıcısı Türkiyeye kapısını kapamış. Şimdi yumurtayı Yunanistandan almakdadır. Fakat Yunanistanın İtalyayı doyuracak kadar yumurtası olmadığından bizden ucuz ucuz mübayı;’a ediyor ve yunan yumurtası namile İtalyaya sevk ediyor. İki sene evvel bu mes’eleden Türk Ocağında verdiğimiz bir konferansda bertafsil bahsetmiştik. Dahili matbuat mahsullerimizin dahilde de sarf olunmasını hiç çok görmeyiz. Çünki bu bir milyon lira on milyon lira getirir. Biz bu propağandaların usulünü yaratmak için kafa patlatmaya da muhtaç değiliz. Fransızların, Almanların, İngilizlerin, İtalyanların ve ba husus Japonların mal sürmek usullerini tatbik etmekle iktifa ederiz. Büyük müesseselere meccani nümuneler hanımdan bahs etmeksizin, ciddi bir tavr ile Prospectus ler göndermek, ticari iktisadi gazete ve mecmuaların birer sütun veya sahifesini isticar etmek ilah… gibi tedbirleri muhterem “Milli İktisad ve Tasarruf Cem’iyyeti” azası kardeşlerimiz derpiş etmişler midir? Bunun için para lazım, bu parayı kim verecek? İktisad Vekalet budcesi mi? Hayır, Bunu hatırdan bile geçirmeyiz; büyük ihracat mahsulatının mustahsillerinin münevver teşkilatı kim verecek münevver kafalar, yakını ve uzağı eyi görmeye muktedir gözler! Büyük Türkiye dostu E. Herriot İlim! İlim! Vatan için “devayi kül” ilimdir diyır. Biz bunu da kafi görmiyoruz. Biz ilim ve yürek! diyoruz. Umumi selamet ve saadet için titreyen yürek! Muhabbetsiz ilm neye yarar? Muhabbet ilimi de yaratır. Muhabbet büyükdür, onun yaratmak ve yaşatmak kuvveti güneşin yaratmak ve yaşatmak kudretinden büyükdür. Güneş muhabbetin timsalidir.” 
         “Cemiyet kuruluşunun ilk yıllarında her hafta toplanarak memleketin iktisadi yapısı üzerine fikir beyan eder ve hükümetin iktisadi sahada aldığı tedbirleri halka en iyi ve ikna edici şekilde nasıl duyurabileceği konusunu tartışırdı. Şube idareleri ise ayda iki defa toplanır ve altı ayda bir de faaliyetleri hakkında genel merkeze bilgi verirlerdi. Cemiyetin Kuruluş gayesi her vesile ile devletin ileri gelenleri tarafından da ifade edildiği gibi hükümetin, dünya ekonomik buhranının Türkiye’deki tesirlerini gidermek gayesiyle alacağı tedbirlerin halk tarafından benimsenmesini sağlamaya çalışmaktır. Bu sebeple Cemiyet Nizamnamesinde tespit edilen kuruluş gayesi, tamamen Başbakan İsmet İnönü’nün 12.12.1929 tarihli TBMM’deki konuşmasına dayanılarak hazırlandı. Buna göre Cemiyetin gayesi:
a-      Halkı israfla mücadeleye, hesaplı ve tutumlu yaşamaya tasarrufa alıştırmak.
b-      Yerli Mallarımızı tanıtmak, sevdirmek ve kullandırmak.
c-      Yerli Mallarımızın miktarlarını çoğaltmaya, cinslerini, nefaset ve diğer evsafları itibariyla yabancı benzerlerinin seviyesine  çıkarmaya ve fiyatlarını ucuzlatmaya çalışmak.
d-     Yerli mallarımızın sürümünü arttırmak suretiyle milletin iyi yaşamasını temin etmek şeklinde tespit edilmiştir.
“Bunun için milletçe azami tasarrufa önem verilmeli, yerli malının kullanımı artırılmalıdır. İşte cemiyet bu hususların millet çapında benimsenmesi için nizamnamesinin 4,5 ve 6. Maddesinde ifade edilen amaçları doğrultusunda harekete geçti ve,
A-    Halkı tasarrufa alıştıracak propagandalar yaptı.
B-    Yurt içi ve Yurt dışında yerli mallarımızı tanıttı. Bu maksatla;

1-1929’dan itibaren her yıl Aralık ayının 12’sinde başlayan ve tüm memleketi kapsayan “Tasarruf ve Yerli Malı” Haftasını düzenledi.
2-Yurdun belli başlı büyük şehirlerinde yerli mallar sergisi açtı.
3-Yurt dışına açılacak beynelmilel sergilere katılarak, sanayi ve zirai ihraç ürünlerimizi dünya kamuoyuna tanıttı.
4-Genel amaca yönelik yayınlar yaptı.
             C-Yerli mallarımızın miktarını, çeşitlerini ve kalitelerini artırmak maksadıyla,
                   1-Sanayi Kongresi,
                   2-Ziraat Kongresi, tertip etti.
              D-Ankara’da bir sergi evi kurulmasını sağladı. 


“Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin Türkiye’de ürün tarihi bağlamındaki en belirgin etkinliği ulusal yerli malları sergilerinin düzenlenmesidir. Cemiyet Budapeşte ve Leipzig uluslararası sergilerine katılım da sağlamıştır.” 22 “Sergi süresince Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin yayın müdürü Vedat Nedim (Tör) ile sanayi müfettişi; Derviş Bey’i hem ihraç ürünlerinin hem de yeni Türk Devletinin yapısıno ekonomik potansiyelini, turizm açısında tarihi ve doğal güzelliklerini tanıtmaları için hazır bulunduruldu.”23 “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin Türkiyeyi Temsilen katıldığı 2. Sergi olan Leipzig’de de sergicilik açısından bazı tecrübesizliklere rastlandı ancak buna rağmen sergi amacına ulaştı. Hükümetin önem verdiği dış temaslarla ilgili çeşitli sosyal ve ticari bağlantılar yapıldı. Türkiye’nin sanayileşmiş ülkelerin büyük önem verdikleri maden ve mahsul zenginliğine sahip olduğu gösterildi. Turizm açısından tarihi ve doğal güzelliklerimizin reklamı yapıldı. Yabancı sermaye sahiplerine Türkiye’de yatırım yapmaları ya da ticari ilişki kurmaları durumunda karlı
çıkacakları anlatıldı. Ancak Osmanlı Dönemindeki tecrübelerden faydalanılarak ticari ilişkilerin tek taraflı olmayacağı, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu mamul maddelerin ithal edilebilmesi için aynı zamanda ürettiklerini satması gerektiği özellikle vurgulandı. Çünkü bir ülkenin satın alma kabiliyeti satabilme kabiliyetiyle yakından ilgili olduğu biliniyordu. Bu nedenle Türkiye 1930-1938 devresinde ısrarla “malımızı alan ülkenin malını almak” politikasını takip etti. Budapeşte ve Leipzig uluslararası sergilerinde de yaptığı ticari bağlantılarda daima bu hakikati göz önünde bulundurdu.”24 “Türkiye’de 1851 uluslararası sergisine katılımın ardından yeni bir kavrayışla düzenlenmeye başlanan sergilenen, Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin aracılığıyla Erken Cumhuriyet Döneminde sürdürülerek başka bir düzleme taşındığı görülür. Cemiyet kurumsallaşmış sergiciliğin gelişmesine ve düzenli sergi faaliyetlerinin devam ettirilebilmesine yönelik bir adım olarak “Ankara Sergi Evi” Binasını yaptırır.”25 “ Açılışı dönemin Başbakanı İsmet İnönü yaptı. Açılışa parlamenterler, Ankara’da bulunan büyük ve Orta elçiler, Balkan antantı daimi komisyon üyeleri, yerli ve yabancı basın mensupları ve çok sayıda vatandaş katıldı. Burada bir konuşma yapan Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti Genel Sekreteri ve İzmir Milletvekili Rahmi (Köken) Bey, Sergi Evi’ne niçin ihtiyaç duyulduğunu şöyle izah etti: Şimdiye kadar kurulmuş olan sergiler bize sanatın en son vesikalarıyla bezenmiş, daimi bir Sergi Evi’nin inşa edilmesi ihtiyacını göstermiştir. Ankara böyle bir müesseseden uzun zaman mahrum kalamazdı. İşte bu ihtiyaçlardan Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin Teşebbüsü ile iftihar edebileceğimiz mimari eserlerimizden biri olan Ankara Sergi Evi meydana gelmiştir.”26 Bu dönemde yurdun 4 bir yanından gelen katılımcılar için Ankara dışında İstanbul’da da bir sergi açılmıştır. “ Katılan firmaların bir kısmı devletten endüstri teşviki alanlardır. Her türlü dokuma, mobilya ve diğer ahşap işleri metal endüstrisi ve atölyenin ürettiği ev eşyaları, atölye işi seramik ve cam ürünler, gıda ürünleri gibi halkın kullanıcı olarak tükettiği ürünler sergilenir. Yerli malları sergilerinde sistematik bir sınıflandırmaya gidilmemekle birlikte ürünlerin ağırlıklı olarak malzemelerine göre gruplandığı söylenebilir. Endüstri üretimi, el üretimi ayrımına da bakılmaz. Sergilenen ürünlerin hammaddeden son ürüne kadar süreciyle yerli olması serginin en karakteristik hedefidir.” Bu sergiler ülke içinde üretilen tamamen yerli ürünlerin bir araya getirilmesi ve halkın yerli malına talebinin artırılması, halkta tasarruf bilincinin oluşturulması ve Milli İktisada koyduğu katkı noktasında çok önemlidir.
            “1930’lu yılların getirdiği yeni koşullarla birlikte, devletçilik dışa göre kapalı bir ekonomik yapıda büyük ölçüde iç kaynaklarla finanse edilen sanayileşme girişiminin motoru oldu. Diğer pek çok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi, kapalı ekonomide ithal ikamesi yoluyla sanayileşmenin ilk adımları Büyük Ekonomik bunalım ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında atıldı. İlk hedeflerse “Üç beyaz”ın yani şeker, un ve pamuklu dokumanın yurtiçi üretimini sağlamaktı.”Kamu İktisadi Girişimleri Sistemi Üçüncü Beş Yıllık Sanayi Planı (1934-1938) çerçevesinde Sümerbank’ın kurulmasıyla (1933) örgütleşme yoluna girdi; Sümerbank Sanayi İşletmeleri kurma yanında kendi alanında ticaret ve finansman işlerini yürütmekle görevlendirildi. Bunu enerji ve maden sektöründe üretim, ticaret ve finansman işlerini yürütmekle görevlendirilen Etibank (1935) ve yeraltı doğal kaynaklarını araştırıp bulmak ve işletmek amacına dönük çalışacak Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (1935) izledi.”
    “Cumhuriyetten sonra 1925’te çıkartılan yerli kumaştan elbise giyilmesine dair kanun ise sanayicilere destek olma yolunda atılmış uygulamadan yoksun bir girişim olarak kaldı. Bunun en önemli sebebi Türkiye’de günün şartlarına uygun hiçbir yerli sanayi kuruluşun bulunmaması dolayısıyla, Amerikan bezinden dikiş ipliğine kadar çeşitli ürünlerin dışarıda getirilmesiydi. Öte yandan iptidai yöntemlerle  üretilebilen yerli mallarının reklamının yapılmamasının, ulaşım imkansızlıkları yüzünden yurdun her tarafına dağıtılamamasının ve dağıtanların da 1929’a kadar ithalata herhangi bir kısıtlama getirilememesinden dolayı ithal ürünleri ile rekabet edememesinin, yerli malı konusunda olumsuz etkileri vardı. Bütün bunların sonucunda halk psikolojik olarak ithal mallarının üstünlüğüne inandı. Hükümetin de 1929’a kadar iç ve dış olayların çokluğu yüzünden konuyu ciddi bir şekilde ele alamamasından dolayı yerli malına revacı artırmak 1923-1929 dönemi için güzel bir duygu olarak kaldı. Ancak 1929’da Dünya Ekonomi buhranının başlamasıyla yerli malı konusu yeniden gündeme geldi. Çünkü ithal tüketim mallarına verilen paranın miktarı hükümetin dış ödemeler dengesini sağlaması, milli paranın korunması, yeni yatırım imkanlarının gerçekleştirilmesi v.b girişimlerini önemli ölçüde engelliyordu.”
Pamuklu Dokumanın yurt içinde üretiminin sağlanmasını teşvik etmek için halkın yerli malı kumaştan yapılmış kıyafetlere rağbet göstermesinin sağlanması gerekiyordu. Bu konuyla ilgili Mustafa Kemal Atatürk’ün çalışanı Cemal Granda “Atatürk’ün Uşağı’nın Gizli Defteri” isimli  kitabında Mustafa Kemal Atatürk’ün yerli kumaş kullanımıyla ilgili gösterdiği hassasiyeti onunla olan bir anısıyla anlatmıştır.  “ Yalova’da uzun süre kaldık. Akşamları Atatürk’ün sofrası yine konuklarla dolup taşıyor, birçok yurt sorunları bu sofrada görüşülüyordu. Bir akşam yerli malı kullanılması üstüne bir konuşma oldu. Herkes düşüncelerini söylüyor, yurtta yerli endüstrinin gelişmesi için büyük bir kampanya açılması, herkesin yerli malı yemesi, yerli malı giyinmesi isteniyordu.Yerli Malı haftasının açıklanışı da bu günlere rastlar. Atatürk herkesin öne sürdüğü düşünceleri, her zamanki dikkatiyle dinledikten sonra:  “Bundan sonra önder olarak benim de yerli malı kullanmam gerek Gardroptaki elbiselerimi getirin. Köşkün önünde yakın!” buyruğunu verdi. Herkeste bir sessizlik. O  şen gürültülü sofra sanki bir anda mezar sessizliğine bürümüştü. Herkes birbirinin yüzüne bakıyordu. Sessizliği ilk önce konuklar arasında bulunan Ulus baş yazarı Falih Rıfkı ATAY bozmaya cesaret edebildi: “Paşacığım  elbiseleri yakmayın, birer tanesini bizlere verin. Biz de hatıra olarak saklayalım.” Deyince Atatürk hafifçe gülümsedi : “Peki”. Dedi Orada hazır bulunan herkese birer kat elbise verildi. Bunların artık o elbiseleri hatıra olarak mı sakladıklarını, yoksa  giyerek mi eskittiklerini bilemem. Bir gün sonra Beyoğlu’nun tanınmış terzilerinden Arman, Yalova’ya getirildi. Atatürk köşktekilerin gözleri önünde yerli kumaştan elbiselerini kestirdi ve diktirdi. O olaydan sonra Atatürk, elbiselerini hep yerli kumaştan seçip Arman’a diktirmiştir. Bir daha İsviçre’den kumaş gelmedi.” 
“14 Aralık 1929’da Kazım ÖZALP başkanlığında resmen kurulan “Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti” yerli malı politikasının uygulanması ve özellikle toplumda yerli malı kullanımını özendirme faaliyetlerinde bulunmuştur. Cumhurbaşkanı Atatürk’ün kuruluşunu desteklediği ve fahri başkanı olduğu cemiyet, devletin ileri gelenlerinin destek ve katılımlarıyla önemini artırmıştır.Yerli Malı konusunda üretim kadar tüketim konusunda da çalışmalar yapan cemiyet; açtığı şubeler, düzenlediği sergiler, mitingler ve yarışmalarla günümüze taş çıkaracak propagandalar yapmıştır. Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin dışında kamuoyu, devlet daireleri, okullar ve gazetelerde yerli malı seferberliğine girilmiştir. Bu seferberlik, açılan yerli sanayi kuruluşlarının üretimleriyle birleşince ilerleyen on yıl içinde ülkede ihracat ürünlerinin  satışında ve yerli malı tüketiminde büyük oranda artış yaşanmıştır.” 
1929 yılından itibaren 12-19 Aralık tarihlerinde yurt genelinde kutlanması belirlenen Yerli Malı ve Tasarruf Günü haftası, o günlerden  günümüze kadar gelmiştir. Okullarda sınıf öğretmenlerinin öğrencilere yerli ürün kullanmayı teşvik etmek amacıyla evde yapılan yiyecekler, yerli üretim meyve, sebze ve ev yapımı içecekler eşliğinde günün önemini anlatan özlü sözler ve şiirlerle coşkuyla kutlanmaya devam edilmektedir. Böylelikle Tasarrufun ve Yerli Malı Kullanımının Milli Ekonomiye olan katkısı küçük yaşlardan itibaren çocuklara aşılanmış, bu zihniyette nesiller yetiştirmek amaçlanmıştır.
Ülkenin sadece zor zamanlarında değil her şartta ve koşulda Yerli Malına öncelik vermek, israftan kaçınmak, milli ekonominin kalkınmasına katkı koymak vatanını seven ve ulus bilinci gelişmiş her yurttaşın öncelikli görevi olmalıdır.

           





KAYNAKÇA 
Atatürk’ün Söylev Demeçleri I-II

Boratav, K., Türkiye İktisat Tarihi 1908-2015.

Çavdar, T., Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960: Yirminci Yüzyıl Türkiye İktisat Tarihi

Duman, 1990, Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti

Granda, Atatük’ün Uşağının Gizli Defteri

İçtihat, 15 Teşrini evvel, 1932 sayı 355

G.Kazgan, Tanzimattan XXI. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi

Koçtürk, M.Gölalan, Üçüncü Sektör Kooperatifçilik,2010,45,(2) 1923-1950 Türkiye Ekonomisinin Yapısal Analizi

Koraltürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi

Özçaylak, Cumhuriyet Dönemi Ekonomisinde Yerli Malı Politikaları ve Uygulamaları

Özgür C, S. Taşdan Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyetinin Propaganda ve Halkla İlişkiler Bağlamında Değerlendirilmesi

Resmi Gazete, 20 Aralık 1925

Semiz, Atatürk Döneminin İktisadi Politikası,Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti

Toprak, Türkiyede Milli İktisat 1908-1918

Turan, A. Ödekan, İTÜ Dergisi, Erken Cumhuriyet Döneminde Yerli Malı Kanunu ve İstanbul Yerli Malı Sergileri




                                                                                                                           


19 Haziran 2019 Çarşamba

NAKIŞ


   21. yüzyıldayız çağ atladık nostaljinin sıra mı ? Belki hava kapalı, ya da yolda yanından yavaşça geçen arabadan cılız bir 90'lar müziği kulağına takıldı, işte bilirsin 90'lar eskidir, masum olandır, kaygısız günlerdir. Hazıra  konmadığın, istediğin şeylere emeksiz ulaşamadığın son zamandır 90'lar. Bizim neslin el emeğini, göz nurunu en son gördüğü dönemdir. Geleceğe yumuşak iniş yapamadığı anlarda, sıkça dikiz aynasında görünen nostaljik güzel bir resim gibidir. 
       Geçmişe dönme isteği, zamansız özlem duygusu.. sinek ısırığını hararetle kaşımak gibi bir şey..  Sonrasında yara olacağından emin olduğun, ancak anın tatlılığının paha biçilemez geldiği bir durum...    
        İçime eğilip incelediğimde, aslında özlemle hatırladığım şeylerin en inanacak bir şeylere ihtiyaç duyduğum dönemler ve aynı zamanda "en mutlu gelecek" hayalleri kurduğum artık olmayanı istediğim zamanlar olması... Kayıp idealler özlemini duymak bugünün buhranlı ruh halinden sıyrılıp, anı inkar etmek, geçmişe yaptığın yolculukta seni bekleyen şeylerin saçını okşayıp, sana sarılacağından emin olduğun kaçış rampası..
         Dışarıdan kendime baktığımda korkutucu görünen, kendim için endişelendiğim bu ruh haline en son geçtiğimiz bayram sabahı büründüğümü söyleyebilirim. Benim canlı canlı görüp yaşadığım, zaman zaman normalleştirdiğim, yanı başımda duran annem ve babam arasındaki "demode aşk" ın günlük yaşama yansımalarına dikkat ettiğim anlarda içinde bulunduğum çağın insan ilişkileri, becerilemeyen sevgi çıkarcılığı, yapay ve ihtiyaç üzerine kurulu birliktelikler, duygulardan uzak, yozlaşmış insanlar... Tüm bu kıyaslamalar içinde bulunduğum anlar, yaşamak zorunda olduğum bu yüzyıldan kemiklerime kadar nefret etmeme sebep oluyor. 
         Kendimi bildiğimden beri ayrı uyuduklarına hiç şahit olmadığım annem ve babam yıllar önce yaşadıkları aşklarının büyük heyecanının ilk sıcaklığını 45 yıl sonra şu anda bile birlikte geçirdikleri anların detaylarına gösterdikleri emek ve özende canlı tutuyorlar. 
         İlk bakışmalardan sonra yazılıp, milyon defa katlanıp kibrit kutusuna tepiştirilip balkona atılan  mektuplara ve babamın annem için yazdığı şiir defterine evin içinde ilk ulaştığımda ortaokul sıralarındaydım daha. O zaman normal bulduğum bu durumu evli çiftlerin hepsinin yaptığını düşündüğümü şimdi anımsıyorum. 
           Karşılıklı üstün emek verilen ince duygularla yaşatılan değerli bir hazineyi muhafaza ettiklerini şu yaşımda ve yaşadıklarımda daha iyi idrak edebiliyorum artık.

                Önünden geçerken tesadüfen görüp içine daldığım, annemin  aylarca emek verip, elli yıl önce bin bir özenle nakşettiği çeyizlik yatak örtüsünü bayram sabahı sakladığı yerden çıkartıp sermesi, babamın yüzündeki heyecanı, mutluluğu...  Dolabın üst rafından çıkardıkları eski resimlerine bakarken tekrar tekrar anılara dalmalarını izlemek... 

                       Mutluluğun aslında aylarca nakış nakış işlenen bir emeğin ve yürekten çabalamanın bir mükafatı olduğunu, ömrümde gördüğüm en masum aşk hikayesinin en canlı şahidi olarak, her gün gözlerimle fotoğraflamayı, kendimi benim ömrümden alıp onlara versin diye dualar ederken bulduğumda daha iyi anlıyorum.


21 Şubat 2019 Perşembe

Yeniden...

   Temmuz 2012'de başlamıştım yazmaya, paylaşmaya...Hayatımdaki güzelliklere, heyecanlarıma, yaşamımın en birinci ağızdan şahidi olmuştu bin bir emekle açtığım bloğum. Temiz bir sayfa daha açmak en zor olanıdır.. silinenler tekrar  canlanır, hafıza son bir kez daha tazelenir. Geç kalınmış bir başlangıç oldu benim için buraya tekrar yazmak.

     Hayat beni dizlerimin üzerine çöktürdüğü her an bir saniye bile beklemeden kalkardım her zaman. Hani evin yansa diğerinin temelini kazmak için beş dakika beklemezsin öyle bir şey... Yediğin yumruğun acısı üzerindeyken ayakta kalmaya gayret etmek...Asıl olan hep buydu benim için.. 

   Çocukken en sevdiğim film "Rocky" serisiydi. Hala mutsuzken, kendimi köşeye sıkışmış hissettiğimde açıp tekrar tekrar izlerim. İlkokul yıllarımdan beri mücadelenin aslında güçle değil kalple verildiğini, iyilerin işte bu yüzden hiç bir zaman pes etmemesi gerektiğini öğretmişti bana. Çocukken Gündüz kuşağında akşam yayınlanacağını öğrendiğimde  iple çekerdim akşam olmasını.. Bütün aile oturup izlerdik. Müsabaka başladığında defalarca izlediğimden iyi olan tarafın arka arkaya darbe yiyeceğini bildiğim için o zaman ki küçük aklımla başka bir odaya geçip babama seslenirdim; " Baba Rocky ayağa kalkıp vurmaya başlayınca beni çağırır mısın ? :) " Hala kötülerin kazandığı, kazanmak için kimsenin gözünün yaşına bakmayıp, ezip geçtiği bir düzeni izleyemiyorum kalbim sıkışıyor... 

      Son olarak; en sevdiğim filmin en sevdiğim repliğini bırakıyorum buraya ve şimdilik gidiyorum :)


" Dünya her zaman güllük gülistanlık değildir. Acımasız ve kötü bir yerdir. Ne kadar güçlü olduğun önemli değildir. İzin verirsen seni dizlerinin üstüne çökertir, sonsuza kadar orada kalmana sebep olur. Sen, ben hiç kimse hayat kadar güçlü darbe vuramayız. Ama önemli olan ne kadar güçlü vurabildiğin değil, önemli olan o darbeyi yedikten sonra ileri doğru gitmeye devam edip edemediğindir. Kaç darbe alıp hayatta yoluna devam edebiliyorsun? İşte kazanmak böyle bir şey!...Kendine inanmaya başlayan kadar kendine ait bir hayatın olmayacak! "