Türkler tarihin
ilk zamanlarında yayılmacı politikaları ve konargöçer yapılarıyla yerleşik
hayata uygun bir hayat sürmemişlerdir.
Bir milletin medeniyet oluşturabilmesi için şehirleşmesi, yerleşik
hayatta bir düzen kurması ilk şarttır. Sürekli hareket halinde olan toplumlar
kendi medeniyetlerini oluşturamazlar. Böyle göçebe bir toplumun İslamiyeti
kabulünden sonra yerleşik hayata geçmesiyle birlikte ortaya koyduğu mimari
eserlerinin kendilerine özgü olması dikkat çekicidir. Türkler şehirleşme
sürecinde kendi inançları, gelenekleri, görenekleri, ortak estetik anlayışları
çerçevesinde örneğine rastlanmayan oldukça sağlam yapılar meydana
getirmişlerdir.
Nihad Sami
Banarlı “İstanbula’a Dair” isimli kitabının III. Bölümünde çok etkileyici bir
üslupla bizlere anlatıyor: “Yazları yaylada, kışları kışlakta geçirmeğe
alışmış; “Altın pencereli, ipek sayvanlı büyük evler” diye sevdiği geniş
çadırlarını, dağların, ovaların hür yeşilliklerine kurulmuş; engin ruhlu
enerjik, yörük bir milletin çocukları, zamanla, bu katı duvarlı, beton çatılı dar
hücreler içine sığmağa nasıl alıştılar? O millet ki, hür ve seyyal bir “çadır
medeniyeti” nden, sabit bir “şehir medeniyeti” ne geçmek ihtiyacını duyunca,
ulu mabedler yüceltmiş, geniş avlular, engin meydanlar kurmuştu. Taştan veya
tahtadan evlerini bol ağaçlı, geniş alanlı bahçeler ortasında yaptırmış;
ufukları görmek zevkini köreltmek için, kuleli köşkler yükselmişti. Çok sevdiği
yeni ülkesinin oyalı sahillerini, mavi ve yeşil ufuklu zarif yalılarla
süslemişti. Yalılarını, köşklerini, ev, saray ve mabedlerini çadır hatırası
geniş saçaklarla gölgelemiştir. “
Tarihte ilk
kurulan Türk şehirlerine 7. Yüzyılda Uygurlar döneminde rastlıyoruz.
Karahanlılar dönemi ile birlikte Türklerin İslamiyet’i kabulüyle şehirleşme
kültüründe İslamiyet’in etkilerini görmeye başlıyoruz.
“Türkler
Türkistan sahasından XI. Yüzyıldan itibaren büyük kitleler halinde batıya
yöneldiklerinde bazı kavramları da birlikte getirmişlerdir. Bunlardan birisi
artık iyice unutulmaya başlanan (Balık) öteki ise yine de yaşayan (Kend) idi.
Bu iki kavramın yanında İran sahasından geçerken aradaki “şehir” kavramıyla da
tanıştılar. “Şehir” iki heceli ve uzun gibi görünen hüviyetiyle, Türklerin
ağzında iyice kısaldı. Muhtemelen XII. Yüzyıl Türkçesinde görülmeye başlayan,
fakat XIII. Yüzyıl ve sonraki yüzyıllarda yaygınlaşan “Şar” bu kısaltma
oluşumunun eseri olsa gerektir. Balık, kend ve şar (şehir) kavram ve
görüntülerinden ilki ancak XIII. Yüzyıl sonlarında Cengizli Kültürüyle
İlhanlılar zamanında yeniden Ön Asyada görünecektir. Balık İlhanlılar dönemi
sonrasında yaşamayacak, yerini daha çok şehir-şar ‘a bırakacaktır. Kend, ayn
İlhanlı Kültür çevresinde biraz daha yaşayacak, fakat daha çok Doğu Anadolu
coğrafyasında kullanılacaktır. Yukarıda da dediğimiz gibi XVI. Yüzyılın yöre
ile ilgili Osmanlı tahrirlerinde “kend” oldukça etkili bir şekilde yankı
bulacaktır.”
Türklerin
Müslümanlığı kabul etmeleri sonrasında merkezi cami veya mabed olan
yerleşimleri benimsediklerini ve bu anlayışla şehirleştiklerini görüyoruz. Bu
şehirleşme anlayışı Müslüman Arap kentlerinde görmekle birlikte, “Müslümanlığı
kabul ettikten sonra Anadolu’ya yerleşen Türklerin yeni kurdukları ya da
zamanla çoğunluk haline geldikleri kentlerde ise bu durumun değiştiği ve şehir
merkezlerinde ibadet yerlerinin değil, ticaret yerlerinin, bedestenlerin yer
aldığı gözlenmektedir.”
BEDESTENLER-PAZARLAR-HANLAR
“Yerleşik
Türklerin en erken ticari faaliyetleri Orta Asya’da pazarlar ve dükkanlar
kurarak başlamıştır. Anadolu’da Selçuklu yerleşiminin başlaması ve 13. Yüzyılın
ilk çeyreğinden sonra ticari olarak büyük canlanma görülmüş, hanlar,
kervansaraylar, bedestenler ve çarşılar inşa edilmeye başlanmıştır. Ahi organizasyonlarının
gelişmesine paralel olarak da ticari binalar ve merkezlerin sayısı artmıştır.
Anadolu Selçuklu devrinin sonlarına doğru inşa edilmeye başlanan bedestenler,
Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Döneminde hem sayı hem de karakteristik açıdan
gelişmişlerdir. “
“Sanayi öncesi
toplumlarda kentleşmeyi ifade eden en önemli gösterge ise alışveriş
merkezleriydi. Haftada bir ya da birkaç kez kurulan veya sürekli olan pazarlar
açık alışveriş yerleri; bedesten, han, çarşı gibi alışveriş merkezleri ise
kapalı, alışveriş yerleri olarak nitelendirilmiş ve bu yapılar ve meydanlar
kentin fiziki konumunu doğrudan etkiler konumda olmuşlardır. “ Osmanlı İmparatorluğu
Döneminde esnaf loncalar halinde örgütlenmiş ve arestalarda toplanmıştır.
Kayseriyye veya Bedesten denilen kapalı mekanlarda toplanan esnaf büyük
şehirlerde veya bölge merkezlerinde neredeyse tarım dışı üretimin tamamını
elinde tutuyordu. Böylece hizmet sektörü yerli ürünlerin işlenip, daha büyük
merkezlere ulaştırıldığı bölgesel merkezlerin büyüklüğü oranında büyüyordu.
Şehirler de artalanlarıyla kurdukları ilişkiyle gerçek anlamda Pazar kurulan,
Pazar ekonomisinin nefes aldığı ve dünyayla bağlantının sağlandığı odaklar
haline geliyordu.”
Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir” isimli
kitabında Osmanlı Devrinde Fatihin veziri Büyük Mahmut Paşa tarafından
yaptırılmış bir bedestenden bahseder:” Bunlar yeni imparatorlukla başlayan yeni
nisbet fikrinin eserleridir. Fakat Osmanlı hiçbir zaman Selçuk gibi yapıcı
olmadı. Tamirden sonra 10 kubbesiyle birdenbire meydana çok vazıh bir cümle
gibi çıkan bu bedestende bugün türlü kazılardan gelen Hitit eserlerinin daima
şaşırtıcı plastikleri bugünün sanatına o kadar yakın üsluplarıyla toprak
altında asırlarca süren uykularından henüz uyanmış gibi bakan gözleriyle
seyretmek beni daime düşündürmüştür. Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün
kayboluyor, ne yapıp yapıp bugünün ve yahut dünün terkibine giriyor.”
Osmanlı
hakimiyeti sırasında, pazarlar sur dışındaki alanlara kayma eğilimi göstermiş
ve böylece geniş bir alanda kent dışından gelenlerle daha kolay irtibat
sağlanabilmiştir. Çarşıların büyük bir kısmı ise Osmanlı Döneminde sur içinde
belirli bir düzen dahilinde gelişimini sürdürmüştür. Bu dönemde aynı meslek
sahipleri kendilerine has çarşılarda hizmet vermeye devam etmiş esnafların
çarşı ve pazarlar haricindeki yerlerde ticari faaliyetlerde bulunmasına ise izin
verilmediği tespit edilmiştir.”
Osmanlı ve
Selçuklu Döneminde çarşı ve bedesten esnafının “ahilik” kültürüne göre,
müşteriye ürün satılıp kar amacı gütmeden evvel, ahlaki manada “iyi insan olma;
çalışma hayatını esnaflar arası dayanışma ve müşteriye saygı gibi kurallarla
belirlemeyi kabul eden bir sistemi yaşam biçimi haline getirdiklerini
görüyoruz.
Günümüzde
alışveriş ve iş merkezlerinin popüler olmasında, her şeyi bir yerden istediğin
zaman alabilme, yemek yeme ve eğlence hizmetini de aynı mekanda karşılayabilme
sebebiyle kolaylık sağlaması halk tarafından çokça rağbet görmesine rağmen
Anadolu’nun bir çok yerine Bedestenler hala yaşamaya devam ediyor.
Ahilik
kültürünün esnaflık anlayışını halen sürdüren Bedestenlerde müşteri ve esnaf
arasında bir esnafla diğer bir esnaf arasında günümüzde önemini maalesef
yitirmiş olan karşılıklı güven duygusu çok önemliydi. Amaç sadece alışveriş
yapmak işini bitirdikten sonra gitmek değildi. Esnaf müşteriyi geleneksel bir
çarşı kültürünün getirdiği bir nezaketle ağırlıyor; çay, kahve ikramında
bulunup, pazarlık imkanı gibi müşteriyi memnun eden bir sohbet ortamı
sağlıyordu. Günümüzde kimi küçük işletmelerin duvarında gördüğümüz müşteri
memnuniyeti her şeyin üstündedir.” Sözünün bu Ahilik Kültürünün bir devamı
olduğunu söylemek yanlış olmaz.
KAHVEHANELER
“16. Yüzyıldan
itibaren, Türk insanının yaşamına giren” kahve“ ve kahvehane etrafında, çok
geniş bir kültürel birikim oluşmuştur. Kahve ve kahvehane merkezli kültürel
birikim ortamı, o kadar hızlı gelişmiş ve geniş bir alanda etkili olmuştur ki
belki de Türk insanının yaşamına bu derece etki eden içecek ve mekan olarak
ikinci bir unsur
gösterilemez.”
“Kahvehanelerin,
Kıraathane (Okuma Evi) olarak faaliyet göstermesi Kanuni Sultan Süleyman
dönemine rastlar. Bu mekanlarda “devlet sohbeti yapılmasının önlenmesi için
böyle bir uygulama başlatıldığı söylenebilir. Bu dönemden sonra, kahvehanelerde
edebi faaliyetler zoraki bir şekilde de olsa artmıştır.”
“Bu suretle
halkın dedikodudan kurtulması için böyle meşgul edilmesi prensibi konuyordu.”
“ Türk
kahvehanesinin kendine özgü bir döşeme kuralı vardır. Bir eczanenin bir
tuhafiye dükkanının nasıl bir tefriş usulü varsa, kahvehanenin de aynen
öyledir. Kahvehanede kullanılan eşyanın genel olarak değişmeyen yerleri vardır.
Kahve fincanı kahve şeker kutuları, nargile marpuçları ve hatta temizlik
yapmaya yarayan süpürgenin bile yeri değişmez. Su bulunan kap genel olarak aynı
yere konur. Hatta kahvehane, Türk Kültüründe o kadar yer edinmiş ve
önemsenmiştir ki, bazı kahvehanelerde kahve pişirilen yer, adeta cami mihrabına
benzetilmiştir.”
Eski
Kahvehaneler günümüzdekiler gibi okey, tavla, iskambil kağıdı gibi oyunların
oynandığı boş zamanların geçirildiği, yerler değildi. O zamanlar kahvehanelerin
işlevi toplumun eğitimi, sosyalleşmesi ve sanat, ticaret, eğitim gibi konularda
fikir alışverişi yapıp, nezaket ve görgü kuralları gözetilerek sosyalleştikleri
mekanlardı.
Şehirde
yaşayan insanların, ortak zevkleri ve aynı meslek grupları8na dahil olmaları ve
benzeri sebeplerle her kahvehane kendine has bir fonksiyon edinmiştir; esnaf
kahvehanesi, balıkçı kahvehanesi, ırgat kahvehanesi, köçek kahvehanesi, sabahçı
kahvehanesi, hemşehri kahvehanesi bunlara örnektir. Bu anlayışı günümüzde
memleketlerinden büyük şehirlere göç eden insanların ortak kültürlerini gelenek
ve göreneklerini paylaşmak, gurbette aynı dili konuşabildiği memleketlileriyle
bir arada olabilmek amacıyla sürdürdüklerini görüyoruz; Yozgatlılar
Kahvehanesi, Muhacır Kıraathanesi, Kosovalılar Kahvesi gibi.
Kahvehanelerde
dönem dönem farklı amaçlar için bir araya gelinmiş olsa bile ortak payda hep
sosyalleşmek olmuştur. “Kahve Bahane” deyimi de bunun için kullanılmıştır.
Bununla beraber yine atasözü ve deyimi de bunun için kullanılmıştır. Bununla
beraber yine atasözü ve deyim dağarcığımıza, kahve ve kahvehane kültürünün Türk
Toplumu için ne kadar önemli olduğunu gösteren sözler katılmıştır. “Fatih
Türbedarı Tırnavalı Ahmed Amiş Efendi Hazretleri: “Bir kahvede oturursanız
yanınıza bir gelirse kahve ısmarlayınız.” “Osmanlılık budur.”, “Bir fincan
kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” “Kahvenin yüzü kara ama yüz ağartır.” “Bir
acı kahvemizi içmeye gel.” “Kahve gibi kavrulduk dumanıyla savrulduk.” “Gönül
ne kahve ister ne kahvehane, gönül ahbap ister kahve bahane.”
Yüzyıllardır
Türk insanının hayatında çok önemli bir yer edinen kahvehanelerde çok zengin
bir kültürel ortam oluşmuştur. Ancak günümüzde geçmişte olduğu “faydalı” (okuma
evi) fonksiyonunu yitirmiştir.
CAMİLER
“Türklerin
Müslümanlaştığı günden sonra düzenli ve yerleşik hayata geçtiğini görürüz. Hatta
öylesine süratli bir geçiş olur ki, Yunanlı Nakraros bunu: Arapların Anadolu’da
üç yüz yılda yapamadıklarını Türkler on yılda başardı.!” İfadeleriyle dile
getirmekten çekinmez. Bu başarı İslam’ın
hükümlerini icrada şehir hayatına daha çok itibar etmesinden doğmaktadır:
Topluca kılınan namazın tek başına kılınan namazdan daha efdal olması doğal
olarak camileri hayata taşıyacaktır. Cuma namazının şehir statüsü kazanmış
yerlerde kılınması zarureti de aynı eğilimi besleyecektir. “
Nihad Sami Banarlı, “İstanbul’a dair isimli kitabında Türk Şehirleri
için caminin ne denli önemli olduğunu şöyle anlatmıştır; “ Daha Türkiye’deki
ilk kuruluşundan beri, bizim şehirlerimize düzden olsun, tepeden olsun uzaktan
olsun, uzaktan bakanlar bile, gördüklerinin bir Türk şehri olduğuna ilk anda
hükmedebiliyorlardı. Çünkü bu şehirlerin tamamiyle Türk yapısı ve mimarisi
vardı. Müslüman-Türk medeniyeti boyunca, her Türk şehri bir kubbeler ve minareler
şehri halinde yükselirdi. Madame Bovary müellifi hayalleriyle yaşayan
kahramanına şarkı hayal ettirdiği zaman, güzel Emma’nın gözlerinin önünde narin
Türk minareleri yükselirdi. Bu minarelerde kubbelerde diğer İslam
mimarilerinden farklı, birer milli çizgi idiler. Hele minare yalnız dini değil,
milli bir mimaridir. Allah’ın adını göklere, bu adın bu adın ilk harfi gibi
elif elif yükselen minarelerden haykırmak o zaman yalnız yukarılık duygusu
taşıyan, Türk Milletinin bir inanış üslubu idi. Türk minaresini bu üslup
yaratmıştır.”
Osmanlı’da
ve eski Türklerde camiler, günümüz şehirlerindeki camiler gibi sadece ibadet
amaçlı kullanılmıyordu. İçerisinde ihtiyaç sahiplerine ve öğrencilere yiyecek
dağıtan “imarethaneler” ve “çilehane” adı verilen, Dervişlerin Tanrı ile
bütünleşip, manevi olgunluğa erişmek için insanlardan ayrıldıkları, az yemek,
az içmek gibi davranışları benimsedikleri küçük kapılı, küçük odacıkları da
olan kompleks şeklinde camilerdi.
Yavuz
Bülent Bakiler Taşkent’te gördüğü bir Çilehane’den şöyle bahseder;” Çilehane
toprağın 8-10 basamakla inilen derinliğinde. Kapısı demir parmaklıklar
arkasında. Çilehaneyi sanki yeni bir zindanla çevirmişler. Genç İmam bütün
ceplerini karıştırdığı, birkaç yere koşuşturduğu halde anahtarını bulamadı. Çilehane
kapısı önünde birlikte resim çektirdik. Bana dedi ki eskiden dedelerimiz işte
bu ocakta çile çekerek olgunlaşırlarmış. Acı çekmeyen huzurun yokluk çekmeyen
varlığın kıymetini ne bilir? İnsan gözünü biraz da kendine çevirmeli. İnsan
gönül kulağıyla biraz da yaradanın sesini dinlemeli size Çilehane’yi
gösteremediğim için üzgünüm.!
“Üzülmeyiniz” dedim. “İnsanlar artık çile
çekmek için toprağın altına
çekilmiyorlar. Şimdi çileyi toprağı üstünde çekiyoruz. Çile toprağın altına
inince bitiyor.” Ne demek istediğimi anladı mı bilmiyorum?”
Ahmet
Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” isimli kitabının “Bursa Şehri” kısmında Orhan
Gazi’den bahsederken o dönem camilerinin yoksullara sunduğu imkanları da
anlatıyor: “Yaptırdığı camilerin kandillerini kendi elleriyle yakan,
İmaretlerinde pişirttiği ilk yemeği kendi eliyle fakirlere ve gariplere dağıtan
Orhan Gazi’nin yarı evliya çehresi bu destanın asıl merkezidir. Bütün bu ruh
kuvveti ve manevilik hep oradan taşar. O bir başlangıç noktasını bir
imparatorluk yapmakla kalmaz, ona rahm ve şefkatin derinliği de artar.”
Şehirlerdeki
bu bir çok faydalı amaca hizmet eden eski cami kültürü maalesef günümüzde
işlevselliğini yitirmiştir. İmarethanelerinde yoksulların karnını doyuran, çok
kutsal bir dayanışma örneği sergileyen camilerimiz günümüzde sadece ibadethane
olarak kullanılmakta olup, bu kompleks özelliklerini kaybetmiştir.
HAMAMLAR
“Anadolu’da
çok eski zamanlardan beri bir su kültürü (hamam geleneği) olduğu bilinir. Ama
bu kültüre hem güncellik katan hem de onu ölümsüzleştiren, Türk hamam
geleneğidir. Türklerin Asya’da yaşarlarken de hamam gelenekleri vardı. Örneğin
Uygurlarda hama çok önemliydi. İşte Türklerin Anadolu’ya getirdikleri hama kültürüyle Anadolu’da buldukları hamam
kültürü birleşti. Böylece kendisine özgü bir Anadolu Türk hamamı kültürü
doğdu.Bu giderek müesseseleşti. Ve tüm dünyaya ün saldı.”
“Uygarlık
tarihinde Romalılar, yıkanma ve hamamlara en çok ilgi gösteren toplum olarak
öne çıkmaktadır. Bu derin ilginin özü ise yaşam tarzlarında ve kültürlerinde yatmaktadır.
Romalılar her gün yıkanıp, günlerinin önemli bir bölümünü de halk hamamlarında
geçirirlerdi.”
“Vücudumuzun
da yüzde 70’inin sudan oluştuğunu göz önünde bulundurduğumuzda suya dair
ihtiyacımızın ne derece önemli olduğu ortaya çıkar. Daha sağlıklı bir beden
için suya ve onun terapisine ihtiyaç duyarız. Bunu yaşayabileceğimiz tek mekan
olan banyolar, nesiller öncesine dayanan bir inanç ve kültür ile
şekillenmektedir. Medeniyetler tarihinde özellikle Roma ve Osmanlı’da su ve
suyun kullanıldığı alanlara çok önem verildiği hatta bir çok yapıda ıslak
mekanlar oluşturulduğunu görmekteyiz. Mekanların en önemli örneklerinden biri
olarak hamamlar; yıkanma, temizlik ve rahatlama gibi ihtiyaçların da
giderildiği yegane mekanlardır. Her ne kadar hamam kültürünün ve mekan
kurgusunun temelleri Roma hamamlarına dayansa da, Osmanlı Kültürü ve
mimarisinin etkisiyle de gelişen “Türk Hamamının da kendisinden sonra gelen
medeniyetlerin yıkanma ve arınma kültürlerinin gelişmesinde büyük payı
olmuştur.”
Türk
hamamı, kendine özgü gelenekleriyle geçmişten günümüze görsel sanatlara, şiire,
roman, edebiyatın birçok dalına konu olmuş, zamanla şehir hayatının çok önemli
bir parçası haline gelmiştir.
Türk
Hamamları, şehir içinde kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı kullandığı, yıkanma
ihtiyacını karşıladıkları bir mekan konumundadır. Eskiden saraylarda ve
varlıklı kişilerin büyük evlerinde kişilere özel hamamlar olmakla birlikte,
bazı kaplıca bulunan şehirlerde hamam bu sağlık ihtiyacını karşılayan suların
üzerinde kurulmuştur.
“Türk Milli Kültürünün en renkli öğesi olan
Türk Hamamı kısmen değişikliğe uğramış olsa da
halen varlığını devam ettirmektedir. Bugün sayıları parmakla
gösterilecek kadar az olan orijinal Türk hamamlarının yanı sıra, turistik
destinasyonlardaki konaklama işletmelerinin ilginç bir ünitesini oluşturan
hamam, Türk Kültür mirası açısından ayrı bir öneme sahiptir.”
Türk
şehirlerinde hamamlar sadece halkın temizlenme ihtiyacını karşılamakla
kalmamış, özel günlerin kutlanması için kültürel bir eğlence mekanı görevini
üstlenmiştir. Kadınlar arasında yapılan “gelin hamamı”nda börekler, sarmalar hazırlanır, adeta bir
cümbüş eşliğinde sazlı sözlü bir eğlence tertip edilirdi. Günümüzde büyük
otellerin hamamlarında bu geleneğin modernize edilip hala uygulandığını görmekteyiz.
Aynı şekilde erkeklerde “damat hamamı”, dini bayramlar öncesinde yine toplu bir
şekilde gidilen “bayram hamamı” gibi özel kutlamalar şehir halkının “hamam kültürünü”
gelenekselden günümüze modernize edilmiş şekliyle halen devam ettirmektedir.
Osmanlı
döneminde sosyal hayatın merkezinde çok büyük bir önem arz eden hamamlar,
mimari, tarih ve sanatsal olarak Türk Kültürü açısından son derece önemli bir
yapı şeklidir.
SONUÇ
Türklerin
yerleşik hayata geçmelerinden sonra, şehir hayatlarında büyük önem arz eden,
şehirleşmeye katkıda bulunan bazı kurumlara ve bu kurumların medenileşme
yolundaki katkılarına geçmişten, günümüze mimari ve fonksiyonel anlamda değişen
bazı özelliklerine kıyaslama yaparak değindik. Çağımız şartlarında
değerlendirdiğimizde bu kurumların geçmişte ilk kuruldukları zamanda bir ruhu
olduğunu, belirli kuralları çerçevesinde gelenek ve göreneklerin tam anlamıyla
bütün inceliği ve zarafetiyle şehir halkı tarafından yaşatıldığını, ancak
günümüz tüketim toplumunun metropol yaşamda bu inceliklere ehemmiyet
göstermediğini, mekanın uyandırdığı duygulardan ve ihtişamından ziyade mekanik
bir “kullan at” mantığının hakim olduğunu üzülerek görmekte ve bizler de
yaşamaktayız.
KAYNAKÇA
BANARLI N. S,
İstanbul’a Dair
BEYHAN A.,
Türkiyede İskan ve Şehirleşme Tarihi
BOZOK D., Türk
Hamamı ve Geleneklerin Turizmde Uygulanışı
DOĞRU H. (1995),
XVIII. Yüzyıla Kadar Osmanlı Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Görüntüsü
İNAN K.,
Bedestenlerin Türk Ticari Mimarisindeki Yeri ve Trabzon Bedesteni
MUŞMUAL H.,
1867, Konya Çarşı Yangını ve Etkileri Üzerine Bir İnceleme Denemesi, Cumhuriyet
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi
SUBAŞI M.İ,
Kategoriler; 145. Sayı, Hayat ve İnsan
TANPINAR A.H,
Beş Şehir
TANSUĞ S. Türk
Hamamı
TDK Yayınları,
Güzel Yazılar Gezi Hatıra
ÜNVER A.S, Türk
Etnografya Dergisi, Türkiyede Kahve ve Kahvehane
ÜRÜK Z.,
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi
YILDIZ M. C.,
Türk Kültür Tarihinde Kahve ve Kahvehane